, ,

Enver Paşa

Doğumu ve Ailesi

İsmail Enver adıyla İstanbul’un Divanyolu semtinde, 23 Kasım 1881 tarihinde dünyaya gelen Enver Paşa, son dönem Osmanlı tarihine damga vuracak bir ailenin ferdi olarak hayata gözlerini açtı. Babası Ahmet Bey aslen Manastırlı olup Osmanlı devletinde mühendislik ve surre eminilik gibi görevlerde bulunmuş, sivil paşa rütbesine yükselmiş bir devlet görevlisiydi. Annesi Ayşe Hanım (Ayşe Dilara), Kırım ve Balkan coğrafyasına uzanan Gagavuz-Tatar kökenli bir aileden geliyordu; bu çok yönlü miras Enver’in çocukluk kimliğine farklı kültürel renkler kattı. Enver, altı çocuklu ailesinin en büyüğüydü. Küçük kardeşleri arasında ileride kendisi gibi asker olacak Nuri (Killigil) ve Halil (Kut) gibi akrabaları bulunmaktaydı; özellikle dayısı Halil Paşa, Enver’in gençlik yıllarında ona ilham veren bir figürdü

Enver, daha küçük yaşta zekâsı ve öğrenme arzusuyla dikkat çekiyordu. Öyle ki, ailesinin anlatımına göre henüz üç yaşındayken okula gitmek için can atıyor, büyüklerine yalvarıyordu. Bu hevesi kırmayıp onu mahalle mektebine yazdırdılar. Kısa süre sonra, Fatih’teki İbtidâî (ilkokul) mektebine geçti. 1890’larda Osmanlı payitahtının mahallelerinde büyüyen küçük Enver, dönemin değişim rüzgârlarından etkilenmeye başlamıştı bile.

Enver henüz altı yaşındayken, babasının görevi nedeniyle ailece Makedonya’nın Manastır şehrine taşındılar. İstanbul’un kalabalık sokaklarından, Balkanlar’ın çok dilli ve etnik çeşitliliğe sahip atmosferine geçiş, onun ufkunu genişletecekti. Babası Manastır’da Nâfia Nezareti’nde (Bayındırlık Bakanlığı) teknik görevli olarak hizmet verirken, Enver de eğitimine bu yeni şehirde devam etti. Manastır sokaklarında Arnavut, Türk, Slav çocuklarla oynayan, çeşitli diller duyan Enver, imparatorluğun renkli mozaiğini daha çocukken tanıdı. Ailesinin disiplini sayesinde eğitimine özen gösterilen Enver, Manastır Askerî Rüşdiyesi’ne (askerî ortaokul) ardından da aynı şehirdeki Askerî İdadi’ye (lise) devam ederek genç yaşta subay olma yolunda ilk adımlarını atmaya başladıislamansiklopedisi.org.tr.

Eğitim Hayatı ve Askerî Kariyerinin Başlangıcı

Manastır Askerî İdadisi’ni başarıyla bitiren Enver, üstün notları sayesinde İstanbul’daki Mekteb-i Harbiye-i Şahane’ye (Harp Okulu) girmeye hak kazandı. Payitahtın göz bebeği olan bu askerî akademide, devrin parlak genç zabit adaylarıyla omuz omuza eğitim aldı. II. Abdülhamid idaresinin gölgesindeki bu okulda, istibdada karşı filizlenen fikirler öğrenciler arasında fısıltıyla dolaşıyordu. Enver de bu özgürlükçü fikirlerden etkilendi. Harbiye’de henüz öğrenci iken bir defasında, yasak görüşleri olduğu şüphesiyle Yıldız Sarayı’nda sorguya bile çekildi ancak ciddi bir ceza almadan kurtuldu. Bu tecrübe, onun hem ihtiyatlı hem de kararlı bir karakter geliştirmesinde etkili oldu. 1902 yılında Mekteb-i Harbiye’yi sınıfının en iyilerinden biri olarak bitiren Enver, kurmaylık eğitimi için seçilen 45 talebe arasına girdi. Ocak 1903’te genç bir Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle mezun olduğunda, artık Osmanlı ordusunda görev almaya hazırdı.

İlk tayinini yine çocukluğunun geçtiği topraklara, Üçüncü Ordu’nun bulunduğu Makedonya’ya aldı. 1903 yılında Manastır’daki 13. Seyyar Topçu Alayı’nda göreve başlayan Enver, dağlık Makedonya arazilerinde isyan ve çete hareketlerine karşı mücadele eden Osmanlı kuvvetlerine katıldı. Bölgedeki Bulgar, Rum ve Arnavut çetelerinin ayaklanmalarıyla genç yaşta yüz yüze gelen Enver, kendini sık sık çatışmaların içinde buldu. Kimi zaman sisli bir sabah vakti dağ köylerine baskın yapıyor, kimi zaman gece karanlığında pusu kuran eşkıyaları takip ediyordu. Bu mücadeleci yıllar, onun hem cesaretini hem de liderlik vasfını pekiştirdi. Enver Bey katıldığı irili ufaklı 54 çatışmada gösterdiği başarılarla kısa sürede dikkat çekti; özellikle Bulgar komitacılarına karşı yürüttüğü kararlı operasyonlar sonucunda bölgedeki halkın gönlünü kazandı. Bu başarıları sayesinde takdirname ve madalyalarla onurlandırıldı. Kısa sürede rütbesi yükselen Enver, önce 7 Mart 1905’te Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı/Major) rütbesine terfi etti, ardından üstün hizmetlerinden ötürü dördüncü ve üçüncü dereceden Mecidiye, dördüncü dereceden Osmanî nişanları ve altın liyakat madalyası ile ödüllendirildi.

Makedonya dağlarında çetecilere karşı verilen bu amansız mücadele, Enver’in fikir dünyasını da etkilemişti. Milliyetçilik düşüncesi, imparatorluğun dağılmasını engellemek için güçlü bir vatanseverlik duygusu onun benliğinde kök salmaya başladı. Öte yandan ordudaki genç subaylar arasında gizliden gizliye yayılmakta olan hürriyet ve meşrutiyet fikri de Enver’i kendine çekiyordu. Nitekim Eylül 1906’da Enver Bey, Selanik’te kurulan gizli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne 12. üye olarak katıldı. Bu örgüt, Paris’te sürgünde bulunan Jön Türklerin kurduğu Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti ile aynı amacı paylaşıyordu: Sultan II. Abdülhamid’in istibdat rejimine son verip anayasayı yeniden yürürlüğe koymak. Enver, Selanik’teki cemiyete üye olur olmaz Manastır’a döndüğünde bu kentteki örgütlenmeyi kurma görevi kendisine verildi. Artık o sadece dağlarda çete kovalamıyor, aynı zamanda gizli devrimci toplantılara katılıyor, ihtilal planları yapıyordu.

Genç kurmay Enver’in ismi cemiyet içerisinde giderek parlamaya başladı. Teşkilat, büyürken Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti ile Osmanlı Hürriyet Cemiyeti birleşti ve İttihat ve Terakkî Cemiyeti adını aldı. Enver, yeni oluşan bu yapının özellikle ordu içindeki örgütlenmesinde kilit roller üstlendi. 1907’de Ohri’de kurulan ve gönüllü yerel milislerden oluşan bir özel Müslüman örgütü (Special Muslim Organisation) gibi yapıları da İttihatçı amaçlar doğrultusunda yönlendirdi; bu milisleri gizlice cemiyetin silahlı kanadı haline getirdi. Giderek yükselen devrim ateşi, ihtilalci subayları daha cüretkâr adımlar atmaya sevk etti. İttihat ve Terakkî’nin iç merkezi, Abdülhamid’in baskıcı düzenine son vermek için suikastlar dahil her yolu tartışmaya açmıştı. Bu bağlamda, Enver Bey kendi ailesini bile karşısına koymak pahasına fedakârlığa hazır olduğunu gösterdi. Selanik’teki cemiyet merkezinin kararlarından biri, örgütün sızmasından şüphe edilen ve Abdülhamid’e yakınlığıyla bilinen Yarbay Ömer Nâzım’ın ortadan kaldırılmasıydı. Bu kişi Enver’in eniştesi, yani kız kardeşinin kocasıydı. Enver, vatan ve hürriyet davası uğruna bu acı verici kararın uygulanmasına onay verdi. Böylece kendi ailesinden birine karşı bile taviz vermeyecek kadar gözü kara bir devrimci olduğunu herkese kanıtladı. Artık bir geri dönüş yoktu; Osmanlı’nın genç subayları, hürriyet meşalesini yakmak için dağlara çıkmaya hazırlanıyordu.

1908 Devrimi ve İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ndeki Rolü

Takvimler 1908 yılının yazını gösterirken, Osmanlı ülkesinde yıllardır gizlice mayalanan hürriyet fikri en sonunda patlama noktasına gelmişti. İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Makedonya’da örgütlediği genç subayların öncülüğünde devrim için düğmeye bastı. Enver Bey o günlerde Selanik’teydi ve İstanbul’dan gelen, kendisini merkeze çağıran şüpheli bir emre itaat etmek yerine “dağa çıkmayı” seçti. 24 Haziran 1908 akşamı Enver, emrindeki birkaç sadık askerle birlikte Manastır yakınlarındaki dağlara çıkarak isyan bayrağını açtı. Karanlık Balkan ormanlarında meşaleler yakılırken Enver ve arkadaşları, Abdülhamid’e karşı başlatılan hürriyet hareketinin öncüleri olmuşlardı.

Kısa süre sonra Resne’den bir başka genç subay, Kolağası Ahmed Niyazi, da yanındaki gönüllülerle birlikte dağa çıkıp 3 Temmuz 1908’de Hükümete karşı ayaklandığını ilan etti. Bu kıvılcım büyüyerek Makedonya geneline yayıldı. Enver de Tikveş civarında kendi gerilla birliğini oluşturmuş, halktan ve asker kaçaklarından gönüllüler toplayarak mücadeleye girişmişti. Dağ köylerinde bildiriler okunuyor, “Hürriyet isteriz!” naraları yankılanıyordu. İsyan alevi büyüdükçe Abdülhamid’in yıllardır titizlikle inşa ettiği istibdat duvarı çatırdamaya başladı. Aslında İttihatçı liderler başlangıçta isyan tarihini 1908 Ağustos olarak tasarlamışlardı; fakat koşullar onları daha erken harekete geçmeye zorladı. Enver ve Niyazi, Makedonya’nın ücra köşelerinde köylülere hitap ederken olası bir Avrupa müdahalesi korkusunu da dile getiriyor, “Harekete geçmezsek memleketi yabancılar paylaşacak!” diyerek halkı yanlarına çekiyorlardı.

Dağlarda başlayan bu hareket, hızla tüm imparatorluğa yayıldı. Nihayet Sultan Abdülhamid, içeriden ve dışarıdan artan baskı karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. 23 Temmuz 1908 günü Meşrutiyet’in yeniden ilan edildiği ve 1876 Anayasası’nın tekrar yürürlüğe konduğu haberi tüm yurda duyuruldu. Bu haber, özellikle Rumeli’de sevinç gösterileriyle karşılandı. Enver Bey, dağlardan inip Selanik’e döndüğünde bir kahraman gibi karşılandı. Caddeler “Yaşasın hürriyet!” diye bağıran kalabalıklarla dolup taşıyordu. Halk, hürriyet mücadelesinin öncü isimlerinden olan Enver ve Niyazi’yi omuzlarda taşıyor, onlara “Hürriyet Kahramanı” unvanını yakıştırıyordu. Genç subay, henüz 27 yaşında olmasına rağmen imparatorluğun kaderini değiştirenler arasında sayılıyordu. Selanik’te İttihat ve Terakkî’nin merkezine dönüşen Özgürlük Meydanı’nda Enver Bey ve arkadaşları özgürlük şarkıları ve marşlar eşliğinde kutlamalara katıldılar. O artık Osmanlı halkının gözünde meşrutiyeti geri getiren cesur bir devrimciydi.

Meşrutiyet’in coşkusunun ardından, devrimin ikinci perdesi niteliğinde olan 1909 yılı gelişmeleri yaşandı. 13 Nisan 1909 (Rumi takvime göre 31 Mart 1325) tarihinde İstanbul’da irtica yanlısı bir ayaklanma patlak verdi. Medrese öğrencilerinin, düşük rütbeli askerlerin ve bazı gerici unsurların karıştığı bu isyan, tarihe 31 Mart Vakası olarak geçecekti. Selanik ve Edirne’de konuşlu Hareket Ordusu, Mahmud Şevket Paşa komutasında isyanı bastırmak üzere hızlıca İstanbul’a sevk edildi. Enver Bey, o sırada Berlin’de ataşe olarak görevdeydi ancak gelişmeleri duyar duymaz geçici olarak yurda döndü. İstanbul’a giren Hareket Ordusu’na kurmay subay olarak katılan Enver, isyancılara karşı operasyonlarda görev aldı. Bu sırada Hareket Ordusu’nun kurmay başkanı olarak Mustafa Kemal (Atatürk) görev yapıyordu; isyan bastırıldıktan sonra Enver, Mustafa Kemal’in yerine Hareket Ordusu Kurmay Başkanı olarak atandı. Sultan Abdülhamid tahttan indirilip yerine Sultan Mehmed Reşad çıkarılırken, Enver de İttihatçıların ordu içindeki güvenilir adamı olarak konumunu sağlamlaştırmış oldu. İsyan bastırıldıktan sonra Enver görevine tekrar Berlin’de devam etmek üzere İstanbul’dan ayrıldı.

Enver Bey’in 1909-1911 yılları, Osmanlı’nın müttefik arayışlarının da başladığı bir dönemde Almanya’da geçti. Berlin’deki Osmanlı askerî ataşesi olarak iki yıla yakın görev yapan Enver, Alman ordusunun disiplinine, teknolojik üstünlüğüne ve toplum yapısına hayran kalmıştı. Gözlemlediği törenler, manevralar ve modern sanayi, onda Almanlara karşı büyük bir sempati uyandırdı. Bir yandan da Alman dilini ve kültürünü öğrendi; bu birikim ileride kaderini belirleyecek ittifakın zihnindeki tohumlarını atıyordu.

Bu dönemde Enver’in özel hayatında da önemli gelişmeler oldu. Osmanlı hanedanıyla akrabalık kurarak nüfuzunu arttırmak isteyen İttihatçı liderler arasındaki en parlak adaylardan biri Enver’di. Nitekim 15 Mayıs 1911 tarihinde Enver Bey, Sultan Mehmed Reşad’ın yeğenlerinden Naciye Sultan ile nişanlandı. Genç subay ile Osmanlı prensesinin bu birleşmesi, Enver’in saray çevrelerinde de itibar kazanmasına yol açtı. Artık o sadece bir asker değil, hanedana damat adayıydı. Naciye Sultan’la nişanlanması, Enver’in yükselen yıldızını iyice parlatırken, kendisine duyulan güveni de pekiştirdi.

Trablusgarp ve Balkan Savaşlarındaki Faaliyetleri

1911 yılı sonbaharında, Osmanlı Devleti kendini yeni bir savaşın içinde buldu. İtalyan Krallığı, Osmanlı’nın Kuzey Afrika’daki toprağı Trablusgarp’a (bugünkü Libya) ani bir saldırı başlattı. İstanbul hükümeti zayıf donanması ve uzak mesafe nedeniyle doğrudan bir savunma yapmakta zorlanıyordu. Resmen savaş ilan edilmemiş olsa da, vatansever Osmanlı subayları gayrıresmî yollardan gönüllü olarak Afrika’ya geçmeye karar verdiler. Enver Bey de bu öncüler arasındaydı. 8 Ekim 1911 tarihinde, yanında birkaç fedai subayla birlikte sivil kılığa girerek İstanbul’dan ayrıldı. Mısır üzerinden gizlice Libya topraklarına geçti. Çölde deve sırtında günlerce süren zorlu bir yolculuğun ardından Kasım 1911 başlarında Derne-Tobruk bölgesine ulaştı. Göz alabildiğine uzanan kum tepeleri ve kızgın güneş altında, Enver Bey artık vatanından binlerce kilometre uzakta çarpışacaktı.

Trablusgarp’ta yerel halk ve Osmanlı gönüllü subayları işgale karşı omuz omuza vererek İtalyan kuvvetlerine karşı bir direniş örgütlediler. Enver Bey Bingazi ve Derne cephesinde kısa sürede liderlik rolü üstlendi. Yerli aşiretleri teşkilatlandırıp gerilla taktikleriyle İtalyan ilerleyişini durdurmaya çalıştı. Bu çöl savaşında, Enver bazen bedevî kıyafetleri giyerek Arap halkının arasında erimiş, bazen su kıtlığı, cephane eksikliği gibi imkânsızlıklar içinde askeri dehasını sergilemişti. Kum fırtınaları arasında gerçekleştirilen ani baskınlar, gece yürüyüşleri, çölde pusu ve sabotajlarla İtalyanlara ciddi kayıplar verdirildi. Enver’in Derne yakınlarında kazandığı küçük çaplı zaferler İstanbul’da büyük bir heyecanla karşılanıyordu. Öyle ki resmi bir unvan olmamasına rağmen halk arasında “Trablusgarp Fatihi” diye anılmaya başlamıştı. 24 Ocak 1912 tarihinde Enver’in başarıları takdir edilerek Bingazi bölgesi umum komutanlığı resmen kendisine tevdi edildi. Ardından 17 Mart 1912’de Bingazi mutasarrıfı (sivil idare amiri) görevine de getirildi. Genç bir subayın kısıtlı imkânlarla işgalci bir modern orduya direnebilmesi Osmanlı kamuoyuna moral verirken, Enver’in prestijini de doruğa çıkardı.

Ne var ki, Eylül 1912’ye gelindiğinde Balkanlar’da patlak veren daha büyük bir yangın, Trablusgarp’taki mücadeleyi ikinci plana itti. Osmanlı Devleti, beklenmedik şekilde dört Balkan ülkesinin (Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ) saldırısına uğramış ve Balkan Harbi başlamıştı. Bu kritik vaziyette İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Kuzey Afrika’daki subaylarını acilen payitahta çağırdı. Enver Bey de vatanın Avrupa’daki kalbi tehlikedeyken Libya çöllerinde daha fazla kalamazdı. Ekim 1912 sonunda, yanında birkaç güvendiği adamla sivil kılığa girerek Bingazi’den ayrıldı. Zorlu bir yolculukla önce Mısır’a, oradan bir İtalyan gemisine binerek Avrupa’ya geçti. Viyana üzerinden trenle İstanbul’a ulaştığında takvimler Kasım 1912’yi gösteriyordu.

Enver geldiğinde Osmanlı, Birinci Balkan Savaşı’nda ağır yenilgiler almış, Rumeli’deki topraklarının büyük kısmını kaybetmişti. Selanik düşmüş, Edirne Bulgarlara kuşatılmış, Osmanlı ordusu Çatalca hattına kadar çekilmek zorunda kalmıştı. İstanbul’da büyük bir karamsarlık hâkimdi. Bu ortamda Enver Bey 1 Ocak 1913’te Harbiye Nezareti emrinde 10. Kolordu Kurmay Başkanlığı görevine getirildi. Genç ve ateşli Enver, devletin içine düştüğü durumu kabul etmiyor, Edirne’yi ve diğer kaybedilen toprakları geri almanın yollarını arıyordu. Ancak Kamil Paşa hükümeti, mevcut şartlarda barıştan başka çıkar yol olmadığı kanaatindeydi ve İtilaf Devletleri’nin arabuluculuğuyla Londra’da barış görüşmelerine başlamıştı. Bu “teslimiyetçi” tutum, İttihat ve Terakkî içindeki vatansever subayları çileden çıkardı. Enver Bey, Harbiye Nazırı Nazım Paşa ile bile görüşerek hükümeti savaşa devam etmeye ikna etmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Bunun üzerine, vatanın kurtuluşu için daha radikal bir adım atmaya karar verdi.

23 Ocak 1913 tarihinde Enver ve birkaç fedai İttihatçı, tarihe Bâbıâli Baskını olarak geçecek olan hükûmet darbesini gerçekleştirdiler. Enver Bey ve beraberindekiler, ellerinde silahlarla dönemin hükümet merkezi olan Babıâli’yi (Sadrazamlık binası) bastılar. Orada bulunan Harbiye Nazırı Nazım Paşa kısa sürede çıkan arbede sırasında vurularak öldürüldü. Enver, Sadrazam (Başbakan) Kamil Paşa’nın odasına girip tabancasını masaya koyarak istifa mektubunu imzalaması için onu zorladı. Kamil Paşa çaresizce istifa belgesini imzalarken, Enver ve arkadaşları fiilen iktidarı ele geçiriyordu. Akabinde Enver doğruca saraya giderek Sultan Mehmed Reşad’ı, İttihat ve Terakkî’nin güvendiği Mahmud Şevket Paşa’yı sadrazam olarak atamaya ikna etti. Osmanlı tarihinde bu kanlı darbe ile sivil hükümet devrilmiş, ordu mensubu İttihatçılar yönetime el koymuşlardı. Enver Bey, henüz otuzlu yaşlarının başında, müthiş bir cüret sergileyerek devletin kaderini tayin eden adam konumuna yükselmişti.

Bâbıâli Baskını ile iktidarı perçinleyen İttihat ve Terakkî Cemiyeti, hemen gözünü Edirne’ye çevirdi. Her ne kadar bu darbenin temel gerekçesi Edirne’yi Bulgarlara bırakacak bir barışa engel olmak olsa da, o sırada Edirne çoktan düşman eline geçmiş durumdaydı ve Londra Konferansı’nda teslim edilmesi öngörülüyordu. Ancak tarihin cilvesiyle, kısa süre sonra Balkan devletleri arasında anlaşmazlık çıktı ve İkinci Balkan Savaşı patlak verdi (Haziran 1913). Bulgaristan iki cephede birden savaşa tutuşunca Osmanlı için altın bir fırsat doğdu. İttihat ve Terakkî yönetimi vakit kaybetmeden Edirne’yi geri almak üzere harekete geçti. Enver Bey kurmay zekâsını kullanarak hızlı bir taarruz planladı. İstanbul’dan gönderilen birlikler, Kırklareli üzerinden hızla ilerleyerek savunmasız kalan Edirne üzerine yürüdü. 22 Temmuz 1913 günü, Enver Bey komutasındaki Osmanlı kuvvetleri aylar süren esaretin ardından Edirne’ye girip şehri geri aldılar. Enver, sabahın erken saatlerinde şehrin tarihi surlarından içeri girerken Osmanlı sancağı yeniden Selimiye minarelerinde dalgalanıyordu. Halk, kurtarıcı olarak gördüğü bu genç generali coşkuyla karşıladı. Edirne’nin kurtuluşu, Balkan Savaşları’nın karanlık günlerinde Osmanlı toplumu için adeta bir teselli ve onur meselesiydi. Enver Bey’in prestiji bu zaferle birlikte zirveye ulaştı. İstanbul’da artık onun adı bir efsane gibi dilden dile dolaşıyor, cesareti ve vatan sevgisi ile genç subaylara örnek gösteriliyordu.

Edirne’nin geri alınmasından sonra Osmanlı Devleti, Balkan Savaşları’nı sonlandıran anlaşmaları imzaladı. İmparatorluk, Avrupa’daki topraklarının büyük bölümünü yitirmişti fakat Edirne ve çevresi elde kalmış, bir nebze teselli sağlanmıştı. Bu süreçte İttihat ve Terakkî yönetimi de kendini konsolide etti. Mahmud Şevket Paşa Haziran 1913’te bir suikast sonucu öldürülünce, yerine getirilen Said Halim Paşa’nın hükümetinde gerçek güç İttihatçılar, özellikle de Talat, Cemal ve Enver Bey üçlüsü tarafından paylaşıldı. Artık sıra, ordunun yeniden yapılandırılmasına ve kaybedilen itibarın toparlanmasına gelmişti. İttihat ve Terakkî, Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’yı “yeterince mücadeleci değil” diyerek gözden çıkarmıştı. Bu önemli makam için akıllardaki iki isim Enver ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa idi. Talat Bey gönlünden Enver’i geçiriyor, ancak onun hırslarından da endişe ediyordu. Nihayet genç ve gözüpek Enver Bey’de karar kılındı.

Enver Bey, daha birkaç ay önce binbaşı rütbesinde bir subayken, 1913 yılının sonunda inanılmaz bir hızla terfi aldı. 15 Aralık 1913’te miralay (albay), takiben 3 Ocak 1914’te henüz 32 yaşında iken mirliva (tuğgeneral) rütbesine yükseltilerek paşa unvanı aldı. Ardından Ahmet İzzet Paşa’nın yerine Osmanlı Devleti’nin Harbiye Nazırı, yani Savaş Bakanı olarak atandı. Bu olağanüstü yükseliş, bazı çevrelerde kıskançlık ve eleştiriyle karşılansa da Enver Paşa’nın halk nezdindeki itibarı ve İttihat ve Terakkî’nin fiili kudreti sayesinde mümkün olmuştu. Artık Enver Paşa, Osmanlı ordusunun genç komutanı, imparatorluğun makûs talihini değiştirmeye ant içmiş bir lider olarak tarih sahnesindeki yerini almıştı.

Harbiye Nazırlığı ve I. Dünya Savaşı’ndaki Rolü

Cılız düşmüş Osmanlı ordusunun başına taze bir kan gelmişti: Enver Paşa, 8 Ocak 1914’te Harbiye Nazırı olarak göreve başladığında elinde koca imparatorluğun askerî geleceği vardı. Henüz otuz üç yaşındaki bu genç general, keskin bakışları ve enerjisiyle orduyu yeniden ayağa kaldırmaya soyundu. İlk icraatlarından biri, Balkan Harbi sırasında ortaya çıkan aksaklıkları gidermek üzere orduda kapsamlı bir reform yapmak oldu. Enver Paşa köklü ama cesur kararlar aldı: yaşlı ve verimsiz gördüğü pek çok paşayı emekliye sevk ederek yerine kendisi gibi genç ve dinamik subayları getirdi. Bu “kadroyu gençleştirme” hamlesi, başlangıçta bazı çevrelerde tepki uyandırsa da sonradan değerlendirildiğinde başarılı bulundu. Enver’in yakınında çalışmış olan İsmet (İnönü) ve Kâzım (Karabekir) gibi subaylar, yıllar sonra hatıralarında onun bu tensikat (kadroyu tasfiye) hareketinin orduyu diri tuttuğunu ve Milli Mücadele’yi yürütecek neslin önünü açtığını belirtmişlerdir. Gerçekten de Enver Paşa’nın gençleştirdiği komuta kademesi, ileride Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak askerî kadronun olgunlaşmasına zemin hazırlamıştı.

Enver Paşa bununla da kalmadı, orduda modernleşme ve milli bir ruh oluşturma çabasıyla bir dizi sembolik yenilik getirdi. Askerlere giydirmek üzere kendi tasarımı olan yeni bir başlık modeli ortaya çıkardı. “Enveriye” adı verilen bu başlık, geniş siperlikli ve yüksek bir kalpak olup askerlerin hem güneşten korunmasını hem de birlik ruhunu yansıtmasını amaçlıyordu. Ayrıca ordu içinde iletişimi hızlandırmak maksadıyla Osmanlı alfabesini sadeleştirmeye yönelik bir girişimde bulundu. Harflerin ayrı yazıldığı, daha kolay okunur bir “Enverî yazı” sistemi denemesi başlattı. Her ne kadar bu yeni alfabe ordu içinde yaygın kullanım imkânı bulamayıp kısa sürede terk edilse de, Enver’in yenilikçilik cesaretini göstermesi bakımından kayda değerdi.

İttihat ve Terakkî iktidarının askeri kanadının en güçlü ismi haline gelen Enver Paşa, hanedanla bağını da resmiyete döktü. 5 Mart 1914 tarihinde yıllar önce nişanlandığı Naciye Sultan’la İstanbul’da görkemli bir törenle evlendi. Bu evlilik, Enver’i Sultan Mehmed Reşad’ın damadı yaparak sarayla ilişkilerini en üst seviyeye çıkardı. Düğünden sonra, paşalar ve devlet erkânı önünde Sultan’ın elini öpen Enver, artık padişah ailesinin bir parçasıydı. Naciye Sultan ile evliliği, onun iktidardaki konumunu ailevi bir bağla da güçlendirdi. Bu sayede ordu ve yönetim üzerindeki nüfuzunu kimse sorgulayamaz hale geldi.

1914 yılının bahar aylarında dünya bir savaş fırtınasının eşiğine gelirken, Osmanlı yönetimi “bu fırtınada safımız ne olacak” sorusuyla karşı karşıyaydı. İmparatorluğun eski gücü kalmamış, Balkanlar’daki hezimetlerin yarası henüz taze idi. Enver Paşa, Harbiye Nazırı sıfatıyla Osmanlı’nın geleceği için bir müttefik arayışına girişti. Yöneticiler arasında farklı görüşler vardı: Enver, Berlin yıllarından beri büyük hayranlık duyduğu Almanya ile birlikte hareket edilmesini savunuyordu. Talat Paşa gibi bazı İttihatçılar ise İngiltere ve Fransa’nın yanında durmanın daha güvenli olabileceğini düşünüyordu. Osmanlı hükümeti önce İtilaf Devletleri’ne –İngiltere, Fransa ve hatta geleneksel düşman Rusya’ya– ittifak için yaklaştı, ancak her seferinde geri çevrildi. Bu durumda Enver’in Alman seçeneği tek çare olarak öne çıkmıştı. Sonunda Enver Paşa’nın ısrarlı çabaları meyvesini verdi; 2 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul’da Osmanlı-Alman ittifak anlaşması imzalandı. Bu gizli anlaşma ile Osmanlı Devleti, henüz fiilen savaşa girmese de, Almanya’nın yanında yer alacağını taahhüt ediyordu. Tarihçiler, Almanya’nın başlangıçta Osmanlı’yı ittifaka pek hevesli almadığını, hatta Enver’in tekliflerini bir süre reddettiğini belirtirler. Ne var ki Enver, pes etmeyip Avusturya aracılığıyla Alman imparatoru II. Wilhelm’i ikna etmeyi başardı ve ülkesini büyük savaşın eşiğine getirdi.

Enver Paşa’nın asıl istediği, Osmanlı’nın bir oldubittiyle değil, kendi iradesiyle savaşa girmesiydi. Zira Almanların savaşı çabucak kazanacağına inanıyor, Osmanlı’nın da bu zaferden pay alarak kaybettiği toprakları geri alacağını hayal ediyordu. Onun sabırsız bekleyişi, Ağustos 1914’te Karadeniz’e doğru yol alan iki Alman savaş gemisinin (Goeben ve Breslau) Osmanlı sularına sığınmak istemesiyle farklı bir yöne evrildi. Bu iki gemi, İngiliz donanmasından kaçıyordu ve Çanakkale Boğazı önlerine gelmişlerdi. Kabine üyelerinin bir kısmı bu gemileri içeri almanın tarafsızlığımızı tehlikeye atacağını düşünerek tereddüt ederken, Enver Paşa kararlı bir emir verdi: Alman gemileri derhal boğazdan geçirilecek ve peşlerinden gelen İngiliz gemileri gerekirse topa tutulacaktı. 10 Ağustos 1914’te Enver’in talimatıyla Goeben ve Breslau boğazları geçti ve Osmanlı sancağı çekilerek donanmamıza katıldı. Bu hareket, Osmanlı Devleti’nin görünürde tarafsızlık politikasını tehlikeye atmıştı, ancak Enver geri adım atmadı. Ekim ayı geldiğinde, İtilaf Devletleri ile henüz resmen savaşılmamasına rağmen Enver Paşa Alman Amirali Souchon komutasındaki Osmanlı (esasen Alman) gemilerinin Karadeniz’de Rus limanlarını bombardıman etmesine örtülü onay verdi. 29 Ekim 1914’te Odessa ve Sivastopol gibi Rus şehirlerine ani bir baskın düzenleyen Osmanlı filosu, Rusya’ya savaş ilan etmeden saldırmış oldu. Bu hadise üzerine Rusya, ardından İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ettiler. Enver Paşa, kabinede saldırı nedeniyle tepki gösterenlere karşı sert çıktı ve artık geri dönüş olmadığını, Almanya’nın yanında savaşa girilmesinin hayati olduğunu savundu. Böylece Osmanlı Devleti, Enver’in cesur ama kumar niteliğindeki kararıyla I. Dünya Savaşı’na fiilen katılmış oldu.

Savaş başlar başlamaz Enver Paşa, sadece nazır olarak değil, adeta Başkomutan Vekili sıfatıyla ordunun sevk ve idaresini de eline aldı (zira padişah Mehmet Reşad teoride başkomutandı, ancak fiilen orduyu Enver yönetiyordu). Bu durum, ona büyük bir güç sağlamakla birlikte muazzam bir sorumluluk da yüklüyordu. Enver, Alman askeri misyonuyla yakın çalışıyor, stratejiler belirliyordu. Yine de yaygın kanaatin aksine, o tümüyle Almanların kuklası değildi; aksine birçok meselede Alman komutanlarla ters düştüğü, kendi planlarını uygulamak istediği bilinmektedir. Osmanlı cepheleri geniş bir coğrafyaya yayılmıştı: Kafkaslardan Kanal Cephesi’ne, Irak’tan Gelibolu’ya kadar farklı savaş alanlarında çatışmalar vardı. Enver Paşa çoğunlukla İstanbul’daki karargâhtan savaş yönetimini koordine etti, ancak sadece bir cephede bizzat komutayı üstlenmeye karar verdi: Doğu (Kafkas) cephesi. Bu karar, onun kariyerindeki en tartışmalı döneme damgasını vuracaktı.

Sarıkamış Harekâtı ve Sonuçları

I. Dünya Savaşı’nın henüz başlarında, 1914 yılı sonbaharında, Enver Paşa gözünü Rusların elindeki tarihî Osmanlı topraklarına dikmişti. Kafkas Cephesi’nde, kaybedilmiş Kars ve Batum’u geri alma hayaliyle büyük bir taarruz planı yaptı. Stratejisi kâğıt üzerinde etkileyiciydi: Osmanlı Ordusu, Allahuekber Dağları’nı aşarak kış mevsiminde ansızın Rus ordusunu kuşatacak ve Sarıkamış’ta kesin bir zafer kazanacaktı. Enver Paşa bu planı uygulamak üzere Aralık 1914’te İstanbul’dan Doğu Anadolu’daki cepheye, 3. Ordu karargâhına gitti. Oraya vardığında komutan Hasan İzzet Paşa, kışın ilerlemenin intihar olacağı gerekçesiyle bu planın uygulanmasına karşı çıktı. Enver ise kararlıydı; tereddüt eden Hasan İzzet Paşa’yı görevden alarak bizzat ordunun komutasını devraldı. Genç başkomutan, kolordularına vakit kaybetmeden harekete geçme emri verdi. Aralık ayının ortasında, karlar altındaki sarp Allahuekber Dağları’nda Sarıkamış Harekâtı başladı.

Bu, tarihin en dramatik askeri girişimlerinden biri olacaktı. Osmanlı askerleri ince kıyafetleri ve yetersiz erzaklarıyla, tipiye ve dondurucu soğuğa karşı ölüm kalım yürüyüşüne giriştiler. Enver Paşa’nın zihninde Malazgirt ruhu canlanıyor, “Kış şartları ne olursa olsun ilerlemeliyiz” diyordu. Ne var ki doğa koşulları, hesaplanandan çok daha çetindi. Birbirini takip eden günlerde binlerce mehmetçik çatışmaya bile giremeden dağlarda donarak can vermeye başladı. Eksi 30-40 dereceleri bulan dondurucu soğuk, insan bedenini birkaç dakika içinde uyuşturan tipi fırtınası askerleri birer birer kırıyordu. Yollarını kaybeden birlikler, erzak konvoylarına ulaşamadı; açlık ve soğuk cephedeki en büyük düşman haline geldi. Bir Osmanlı birliği, Allahuekber Dağı eteklerinde karlar üzerinde donmuş halde bulunduğunda, subaylarının yüzlerinde hâlâ hücum iradesi okunuyordu derler. Bu manzara, harekâtın trajedisini özetliyordu. Enver Paşa yanında Alman subaylarla birlikte ileri hatlara kadar gelmiş, at üzerinde birliklerini sevk ederken umutla ufka bakıyordu. Ancak günler geçtikçe kötü haberler zincirleme gelmeye başladı.

Sarıkamış yakınlarında Rus kuvvetleriyle nihayet sıcak temas kurulduğunda Osmanlı 3. Ordusu savaşacak mecalden yoksundu. Enver’in kağıt üzerindeki kuşatma planı, uygulamada tam bir bozgunla neticelendi. Onbinlerce Osmanlı askeri, tek kurşun atmadan karlara gömülüp şehit olmuştu. 90 bin civarında askerle başlanan harekâtın sonunda, bu kuvvetin çok büyük bir bölümü ya donarak ya da çatışmalarda hayatını kaybetti; ordunun ancak küçük bir kısmı geri çekilebildi. Kesin kayıp rakamları hâlâ tartışılırsa da, çarpıcı bir ifadeyle “Allahuekber Dağları’nı aşan olmadı” denilir. Ocak 1915’e gelindiğinde Sarıkamış Harekâtı tam anlamıyla bir felaketle sonuçlanmıştı. Enver Paşa 10 Ocak 1915’te büyük umutlarla geldiği Kafkas cephesinden, hüsran ve üzüntüyle İstanbul’a geri döndü. Bu mağlubiyet, Enver’in hem ordu hem halk gözündeki itibarını derinden sarstı. Bir zamanların Hürriyet Kahramanı ve Edirne Fatihi, şimdi binlerce askerin ölümünden sorumlu tutulan bir komutan olarak eleştirilerin hedefindeydi.

Enver Paşa Sarıkamış’tan döndüğünde ilk işi, bozgunun nedenlerini araştırmak yerine suçlu aramak oldu. Ne yazık ki bu süreç, masum bir halkın trajedisiyle sonuçlanacak adımları tetikledi. Enver, yenilginin faturasını Osmanlı ordusundaki Ermeni asıllı askerlere ve bölgedeki Ermeni komitacıların ihanetine bağlama yoluna gitti. “Cephe gerisini Ermeniler vurdu” düşüncesi İttihat ve Terakkî yönetiminde hızla yaygınlaştı. Bu bakış açısı, daha sonra 1915 baharında alınan tehcir (zorunlu göç) kararının psikolojik zeminini hazırladı. Enver Paşa, Talat ve Cemal Paşalarla birlikte, Osmanlı Ermeni tebaasının büyük kısmının Suriye çöllerine sevk edilmesi ve savaş bölgesinden uzaklaştırılması operasyonunu planladı. Bu Ermeni Tehciri, yüzbinlerce Ermeni’nin hayatını kaybettiği büyük bir felakete dönüştü. Tarihçiler, Sarıkamış yenilgisinin Enver’i Ermeni toplumuna karşı kuşku ve öfkeyle doldurduğunu, bunun da tehcir kararındaki rolünü vurgularlar. Nitekim savaş sonrası Osmanlı Divan-ı Harbi, Enver Paşa’yı gıyabında yargılarken ona yöneltilen suçlamalardan biri de “Ermenilerin zorla sevk ve imhası” olacaktı.

Sarıkamış hezimeti sonrasında Enver Paşa, bir daha aktif cephe komutanlığı üstlenmedi. Kalan savaş yıllarında daha çok genelkurmay çalışmalarına odaklandı. Üç Paşalar olarak anılan Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Osmanlı İmparatorluğu’nu fiilen yöneten bir üçlü haline gelmişlerdi. Enver Paşa, sadrazam olmayan ama orduyu sevk ve idare eden bir güç odağı olarak Harbiye Nezareti’nde kararlar almaya devam etti. 1915’te Çanakkale Cephesi’nde Mustafa Kemal gibi komutanların başarıları Enver’in prestijini bir nebze toparladıysa da, içeride yaşanan sıkıntılar büyüyordu. Uzayan savaş, cephelerde can kayıpları ve memlekette açlık, yokluk Enver yönetimine karşı homurdanmalara yol açtı. Yine de Enver Paşa “sonuna kadar savaş” mesajını dile getiriyor, Almanya’nın zaferine duyduğu inançla ülkeyi seferber etmeyi sürdürüyordu.

1917’de Rus Çarlığı’nın çöküşü ve Bolşevik Devrimi, Enver’in önünde beklenmedik bir fırsat doğurdu. Doğu Cephesi’nde Rus ordusu çözülürken, Enver Paşa’nın hayallerini süsleyen Turan ideali için ufukta bir ışık belirdi. Kafkasya’da oluşan iktidar boşluğunu değerlendirmek isteyen Enver, hemen harekete geçti. Kardeşi Nuri (Killigil) Bey’i görevlendirerek Kafkas İslam Ordusu adıyla bir kuvvet oluşturdu ve Azerbaycan ile Dağıstan bölgesine gönderdi. Bu birlikler 1918 yazında Bakü’ye kadar ilerleyip şehri ele geçirdiler; Enver Paşa bir an için de olsa Türk dünyasını birleştirme ülküsüne yaklaştığını hissetti. Tam “Turan’a giden yol açılıyor” diye düşünürken, başka cephelerden gelen kötü haberler hevesini kursağında bıraktı. Filistin’de Yıldırım Ordular Grubu, İngiliz kuvvetlerine karşı bozguna uğramış; Bulgaristan İttifak’tan çekilmiş; Arap coğrafyasında isyanlar imparatorluğu sarsmıştı. Osmanlı Devleti çok cepheli bu savaş yükünü artık taşıyamıyordu.

Eylül 1918’de Filistin cephesindeki yenilgiler ve Bulgaristan’ın teslim olmasıyla Osmanlı için çanlar çalmaya başladı. Enver Paşa, Talat Paşa ve diğer İttihatçı liderlerle durum değerlendirmesi yaparak bir sonuca vardı: Artık iktidarda kalırlarsa İstanbul’u İtilaf Devletleri’ne karşı savunmak zor ve belki de memleket için daha zararlı olacaktı. Bu yüzden sorumluluğu üzerlerinden atmak maksadıyla hükümetten çekilme kararı aldılar. 8 Ekim 1918’de Talat Paşa başkanlığındaki hükümet istifa etti; Enver Paşa da dört buçuk yıl yürüttüğü Harbiye Nazırlığı görevini bıraktı. Yerine Ahmet İzzet Paşa kabinesi kuruldu ve hemen mütareke arayışına girişildi. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çekildiğini tescil etti. Bu anlaşmanın şartları çok ağırdı; Osmanlı ordusu terhis edilecek, İtilaf kuvvetleri stratejik noktaları işgal edebilecekti. İmparatorluğun sonunu getiren bu mütareke, Enver Paşa ve İttihatçı arkadaşlarını da zor bir kararın eşiğine getirdi.

Savaş Sonrası Almanya’ya Kaçışı ve Orta Asya’daki Faaliyetleri

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla Osmanlı Devleti için hesaplaşma vakti gelmişti. İtilaf Devletleri, Osmanlı’yı savaşa sokan ve savaş boyunca işlenen suçların sorumlusu gördükleri İttihat ve Terakkî liderlerini yargılamayı planlıyorlardı. Enver Paşa, Talat, Cemal ve diğer önde gelen İttihatçılar için İstanbul artık güvenli değildi. Bu nedenle gizlice yurtdışına kaçma kararı aldılar. 1-2 Kasım 1918 gecesi, Enver Paşa karanlığın örtüsüne sığınarak İstanbul’dan ayrıldı. Karaköy açıklarında demirlemiş bir Alman denizaltısı onları bekliyordu. Arnavutköy’den küçük sandallarla denizaltıya geçen Enver, Talat Paşa, Cemal Paşa ve birkaç lider, sessizce Karadeniz’in karanlık sularına doğru yol aldılar. Bu dramatik firar anında Enver geride hamile eşi Naciye Sultan’ı ve iki küçük kızını bırakıyor, belirsiz bir geleceğe doğru gidiyordu. Denizaltı Odesa yakınlarında sahile çıktı. Talat ve Cemal oradan Almanya’ya geçerken, Enver ise son bir macera umuduyla ayrı bir yol seçti.

Enver Paşa’nın aklında hâlâ yarım kalmış bir hesap vardı: Kafkasya. Azerbaycan’da ve Orta Asya’da bağımsız ya da yarı bağımsız Türk devletçikleri kurma hayali, onun peşini bırakmıyordu. Kırım’da karaya çıktıktan sonra planı, Azerbaycan’da amcası Halil (Kut) Paşa ve kardeşi Nuri Paşa’nın komutası altındaki Osmanlı kuvvetlerine katılmaktı. Belki Kafkasya’da mücadeleye devam eder, Turan idealini canlandırabilirdi. Fakat talihsizlik Enver’in yakasını bırakmadı. Kafkasya’ya geçmek üzere bindiği tekne bir kaza sonucu karaya oturdu ve Enver yolunu değiştirmek zorunda kaldı. Üstelik çok geçmeden öğrendi ki, Kafkasya’daki Osmanlı birlikleri İtilaf devletlerince etkisiz hale getirilmiş ve komutanları tutuklanmıştı. Bu şartlar altında Kafkasya’ya gitmek anlamsızlaşmıştı. Enver Paşa, istemeyerek de olsa rotasını Berlin’e çevirdi.

1919 yılı Nisan ayında Enver Paşa Almanya’ya ulaştı ve Berlin’in Babelsberg semtine yerleşti. Burada kendisi gibi sürgünde olan İttihatçılarla irtibata geçti. İttihat ve Terakkî’nin yurtdışında yeniden teşkilatlanma çabalarına katıldı; “Şark İhtilal Cemiyeti” gibi yeni örgütlerin kurulmasında rol oynadı. Öte yandan İngilizlerle temas kurarak bazı tavizler karşılığı vatanına dönebilmenin yollarını bile aradıysa da, bu görüşmeler sonuçsuz kaldı. İstanbul’daki Divan-ı Harb-i Örfi (Savaş Mahkemesi) ise boş durmuyordu: Enver Paşa hakkında gıyabında yargılama başladı. 1919 başlarında yeni Osmanlı hükümeti, Enver’i ordudan tard (ihraç) etti ve yakalanırlarsa idam edilmelerini kararlaştırdı. Mahkeme, Enver Paşa’yı ülkeyi “geçerli sebep olmaksızın savaşa sokmak”, “Ermenilerin zorla sevki ve katli” ve “vazifeyi bırakıp firar etmek” gibi suçlardan idama mahkûm etti. Bu hüküm, onun vatanına dönme şansını neredeyse imkânsız hale getiriyordu.

Berlin’de kaldığı süre boyunca Enver Paşa, bir yandan Avrupa’daki Türk ve Müslüman esirlerle ilgilendi, diğer yandan yeni dünya dengelerinde kendine yer aradı. Eski dostu Alman general Hans von Seeckt aracılığıyla Alman siyasi çevreleriyle bağlantı kurdu. Ağustos 1919 sonunda Talat Paşa ile birlikte hapisteki Bolşevik lider Karl Radek ile gizlice görüştüler. Radek, Enver ve Talat’ı Sovyet Rusya’ya davet etti ve orada Pan-İslamcı/Pan-Türk faaliyetler için imkanlar olabileceğini ima etti. Bu davet, Enver’in zihninde yeni ufuklar açtı. Ekim 1919’da sahte bir isimle (Mehmet Ali Sâmi takma adıyla) bir uçakla Moskova’ya gitmeye teşebbüs etti. Ancak Baltık üzerinde talih yine yüzüne gülmedi: Uçak teknik arıza nedeniyle Litvanya topraklarına inmek zorunda kalınca Enver Paşa tutuklandı. Litvanyalı yetkililer, kim olduğunu tam çıkaramadıkları bu esrarengiz yolcuyu Kaunas Hapishanesi’nde iki ay kadar alıkoydular. Sonunda serbest bırakılan Enver, Aralık 1919’da yeniden Berlin’e dönmek zorunda kaldı.

Bu sıralarda dünya hızla değişiyordu. 1920 başlarında İstanbul İtilaf işgali altına girerken, Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa liderliğinde Milli Mücadele filizlenmişti. Enver Paşa, bir dönem hasım olduğu Mustafa Kemal’in Türk Kurtuluş Hareketi’nin başına geçtiğini öğrenince içinde hem memnuniyet hem de rekabet duyguları belirdi. Kendisinin de bu harekete katılmak istediğini çeşitli mesajlarla Ankara’ya iletti. Fakat Milli Mücadele lider kadrosu, İttihatçıların özellikle de Enver’in dönüşünün mücadeleyi bölmesinden endişe ediyordu. Enver, bu süreçte Ankara hükümetiyle ters düşmemek için özen gösterdi. Hatta 16 Temmuz 1921 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’ya uzun bir mektup yazarak “Anadolu’daki mücadeleyi ele geçirmeye yönelik niyetim yoktur, benim hakkımda çıkarılan söylentilere inanmayın” diye güvence verdi. Ancak hem İstanbul hükûmeti hem Ankara hükûmeti Enver’in geri dönüşüne sıcak bakmıyordu.

Enver Paşa yılmadı, tekrar Sovyet Rusya’ya ulaşmayı denedi. 1920 yılının ortalarında ikinci bir teşebbüste bulundu; bu kez sahte belgelerle bir tren/uçak yolculuğu planladı. Fakat talihsizlik yine peşini bırakmadı: Uçağı Letonya civarında zorunlu iniş yapınca bir kez daha yakalanıp Riga’da hapse atıldı. Bu defa Sovyet yetkililerinin araya girmesiyle kısa sürede serbest bırakıldı ve yine Berlin’e döndü. Nihayet Ağustos 1920’de üçüncü denemesinde başarılı oldu. Almanya’dan ayrılıp Baltık yolu üzerinden 16 Ağustos 1920 günü Moskova’ya vardı. Bu sefer Sovyetler onu kucak açarak karşıladı. Kremlin’e nazır bir misafir evine yerleştirdiler, büyük bir misafirperverlik gösterdiler. Enver Paşa, Bolşevik başkenti Moskova’da rüya gibi günler geçirmeye başladı. Vladimir Lenin, Dışişleri Komiseri Çiçerin, Komintern lideri Zinovyev gibi dönemin önde gelen Bolşevikleriyle yüz yüze görüşmeler yaptı. Onlara İslam dünyasındaki devrimci potansiyelden, Doğu halklarının emperyalizme karşı ayaklanmasından dem vurdu. Bolşevikler ise Milli Mücadele’yi yürüten Mustafa Kemal hükümetine silah yardımı yapma kararı almıştı ve bu yardımı organize etmek için Enver’i de bir araç olarak kullanmak istediler. Enver, Troçki’nin yardımcısı Sklyansky ile görüşerek Anadolu’ya gönderilecek silahlar konusunda söz aldı; hatta Ankara’ya beş milyon altın ruble ve cephane yardımı sözü kopardığını yakın çevresine iletti. Sovyetler ayrıca Enver’in başkanlığında “İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı” adında bir birlik kurulmasına destek verdiler. Bu yapı, Sovyetlerin Doğu’daki Müslümanları etkilemek üzere düşündüğü bir çatı örgüttü ve Enver’in buna liderlik etmesi onun açısından prestijli bir görevdi.

Eylül 1920’de Enver Paşa, Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’na katıldı. Libya, Tunus, Cezayir ve Fas adına temsilci sıfatıyla kongrede boy gösteren Enver, bu uluslararası devrimci buluşmada parlak nutuklar attı. Ancak kongrenin sonucunda Sovyet yönetimi, ihtilalci İslamcılardansa anti-emperyalist milli liderleri (Mustafa Kemal, Amanullah Han vb.) destekleme stratejisini benimsediğini açıkladı. Bu, Enver’in geniş çaplı bir “Doğu İhtilali” planlarına indirilmiş bir darbe gibiydi. Sovyetler, Enver’i tamamen gözden çıkarmasalar da, doğrudan destekleyecekleri lider olarak da görmek istemiyorlardı. Bu durum, Enver’in ileriki adımlarını etkileyecekti.

Ekim 1920’de Enver Paşa Moskova’dan ayrılıp tekrar Almanya’ya, sonra da kısa bir süre İsviçre’ye geçti. Avrupa’da kaldığı bu dönemde, Ankara hükümetine Sovyet yardımı ulaştırmak için gizli bir örgüt kurma girişiminde bulundu. Enver, eski Harbiye Nazırı olarak Türk İstiklal Savaşı’na kayıtsız değildi; hatta Mustafa Kemal’e maddi ve askeri destek sağlamak istiyor, belki de bu sayede Türkiye’ye itibarını iade ettirerek dönebilmeyi umuyordu. İsviçre’de Sadrazam Tevfik Paşa’nın kardeşi Hasan Tahsin (Hakkı) Paşa ile buluşup bir plan yaptılar. Bu plana göre Almanya’dan veya Rusya’dan Anadolu’ya silah ve cephane kaçıracak gizli bir hat kurulacak, hatta Alman ordusundan bazı subaylar bu işe dahil edilecekti. Hatta Enver, Alman General von Seeckt’in eski yaveri Binbaşı Fischer ve Alman Harp Bakanlığı’ndan Yüzbaşı Kress gibi isimleri bile bu komiteye kattı. Ne var ki Sovyetler, Enver’in bu paralel teşkilatına mali destek vermeyi reddetti. Sovyet Dışişleri Komiser Yardımcısı Karahan, Ankara’ya yardımı doğrudan kendilerinin ulaştıracağını belirtip Enver’in taleplerini geri çevirdi. Böylece Enver Paşa’nın Anadolu’ya dolaylı yoldan yardım etme ve oradaki harekete nüfuz etme planı suya düşmüş oldu.

Şubat 1921’de Enver Paşa bir kez daha Moskova’ya gitti. Bu sefer Ankara hükümetinin Dışişleri temsilcisi Bekir Sami Bey de oradaydı. Enver, Çiçerin ve Bekir Sami ile üçlü görüşmeler yaparak Ankara-Moskova ilişkilerine zarar vermemek için uğraştı. Fakat Ankara tarafından Enver’e güven duyulmuyordu. Nitekim Mustafa Kemal Paşa ile Enver arasındaki mesafe korunmaya devam etti. 1921 yazında, Yunan Ordusu’nun Sakarya’ya doğru büyük bir taarruza hazırlandığı haberi Enver’i yeniden yerinde duramaz hale getirdi. O ve diğer bazı İttihatçı sürgünler, “Anadolu’ya geçip Milli Mücadele’ye katılalım” düşüncesini yüksek sesle dile getirdiler. Özellikle Karadeniz bölgesinde bir kısım Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Enver’in ülkeye dönüp savaşa katılmasına sıcak bakabileceklerini belirtiyorlardı. Bu cesaretle Enver Paşa Temmuz 1921 sonunda Berlin’den ayrılıp Kafkasya üzerinden Anadolu’ya yaklaşmaya başladı. 30 Temmuz 1921’de Batum’a geldiğinde Yunan Ordusu Anadolu’nun içlerinde taarruza geçmiş, Ankara tehdit altındaydı. Enver Batum’da eski İttihatçılarla bir toplantı düzenleyip, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ne bir çağrı yapmaya karar verdi. 5 Eylül 1921’de Batum’da yapılan ve Halk Şûralar Fırkası toplantısı adı verilen bu buluşmada, TBMM’ye bir mesaj iletilmesi ve Milli Mücadele’ye katılmak isteyen İttihatçı sürgünlere karşı Ankara’nın daha anlayışlı olması talep edildi.

Ancak tam o günlerde Anadolu’da tarihin akışı değişti. 13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi’nde Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Türk ordusu, Yunanları yenilgiye uğrattı. Bu zafer haberi Batum’daki Enver Paşa’ya ulaşınca onun planlarını kökünden sarstı. Türk ordusu, Enver’siz de başarı kazanabileceğini kanıtlamıştı. Mustafa Kemal’in yıldızı parlamış, Milli Mücadele’nin tek lideri olarak konumu perçinlenmişti. Bu durumda Enver’in Anadolu’ya geçmesi hem gereksiz hem de belki istenmeyen bir girişim olacaktı. Enver Paşa, içinde buruk bir duyguyla, Anadolu’ya geçme fikrinden tamamen vazgeçti. Tarih Enver’e milli mücadele sayfasında bir rol biçmemişti. O da rotasını son bir kez değiştirdi: Yıllardır hayalini kurduğu Orta Asya’ya, Türkistan’a yöneldi. Belki de kaderinin çağrısı, Osmanlı’dan çok uzakta, Asya bozkırlarında onu bekliyordu.

Enver Paşa, Sakarya Zaferi’nden sonra Batum’dan ayrılarak Ekim 1921’de gizlice Sovyetlerin kontrolündeki Orta Asya topraklarına geçti. Beraberinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski fedailerinden Kuşçubaşı Hacı Sami ve bir avuç İttihatçı yoldaşı da vardı. Güzergâhı Tiflis’ten Aşkabat’a, oradan Buhara’ya uzanıyordu. Zorlu ve tehlikeli bir yolculuktu bu; Sovyet istihbaratına yakalanmadan hareket etmek için kılıktan kılığa girdiler. Nihayet Kasım 1921’de Buhara topraklarına ayak bastılar. Enver Paşa artık Osmanlı’nın değil, Türkistan’ın kaderini eline almaya gelmişti.

Basmacı Hareketi’ndeki Liderliği ve Ölümü

Enver Paşa’nın Orta Asya’ya gelişi, burada yıllardır süren bir direniş hareketinin kritik bir dönemine rastladı. Rus Çarlığı’nın yıkılmasıyla Türkistan coğrafyasında ortaya çıkan iktidar boşluğunu Bolşevikler doldurmaya çalışıyor, ancak yerli halkın bir kısmı buna karşı silahlı mücadele veriyordu. Bu mücadeleye katılanlara Ruslar küçümseyici bir tabirle “Basmacı” (eşkıya) diyordu; oysa onlar kendilerini Rus tahakkümüne karşı özgürlük savaşçıları olarak görüyorlardı. Enver Paşa Buhara topraklarına girdiğinde, “Emir” lakaplı Osman Kocaoğlu ve İbrahim Bek gibi yerel Basmacı liderlerle temasa geçti. Fakat Orta Asya’nın iç siyasi dengeleri de oldukça çetindi. Buhara’da Sovyet yanlısı Cedidci (yenilikçi) güçlerle muhafazakâr güçler arasında mücadele vardı. Enver’in gelişi, farklı gruplar arasında başlangıçta şüpheyle karşılandı. Hatta Kasım 1921 sonunda Enver Paşa, Lakay kabilesinin reisi ve Cedidcilere muhalif olan İsmail Bey tarafından bir süre alıkonuldu. Kendi ordusu olmayan, yabancı bir coğrafyada bir nevi rehine durumuna düşen Enver, bu esirlik sürecini soğukkanlılıkla atlattı. Şubat 1922’ye gelindiğinde, bölgedeki güç dengesi değişti ve Enver Paşa serbest kaldı veya kaçmayı başardı. Artık onun için tek yol, Basmacı hareketinin başına geçerek Türkistan’ın istiklaline katkı sunmaktı.

Enver Paşa, özgür kalır kalmaz Düşanbe civarındaki dağlık bölgeye geçerek oradaki Basmacı liderleri etrafında toplamaya koyuldu. Onun üstün askerî bilgisi ve Osmanlı’dan gelen itibarı, kısa zamanda farklı grupları birleştirmeye yaradı. Emirlik yanlısı muhafazakâr kesimler de, Cedidci modernistler de onu ortak bir lider olarak kabullenmeye başladı. Enver Paşa, Orta Asya çöllerinde ve dağlarında bir kez daha kılıcını kuşanmış, at sırtında özgürlük mücadelesi veriyordu. Emir-i Kebir (Büyük Emir) unvanıyla anılmaya başlandı ve etrafında birleşen binlerce silahlı ile Sovyet kuvvetlerine karşı gerilla savaşını örgütledi.

1922 yılı bahar ve yaz ayları, Enver Paşa’nın Basmacı güçleriyle Sovyet Kızıl Ordusu arasında çatışmalara sahne oldu. Başlangıçta Basmacılar, Enver’in önderliğinde bazı başarılar da kazandılar. Kırsal kesimdeki karakollar basılıyor, Sovyet konvoylarına pusu kuruluyor, hatta Tacikistan’da bazı bölgeler geçici de olsa Bolşevik kontrolünden kurtarılıyordu. Bu durum Moskova’yı rahatsız etti ve bölgeye daha güçlü birlikler sevk edildi. Temmuz 1922’de Kızıl Ordu, Enver’in karargâhının bulunduğu Duşanbe şehrine büyük bir taarruz düzenledi. Enver Paşa ve birlikleri ağır Sovyet ateşi karşısında tutunamayarak geri çekilmek zorunda kaldılar. Duşanbe’nin düşmesi, Basmacı hareketi için kırılma noktası oldu. Enver Paşa, kalan kuvvetleriyle birlikte Tacikistan’ın Belcuvan bölgesine, dağlık bir mıntıkaya çekildi. Burada Âbıderyâ adlı küçük bir köyde son karargâhını kurdu. Yanında az sayıda adam kalmıştı ama o umudunu yitirmemişti. Yaklaşan Kurban Bayramı’nı fırsat bilerek hem moral yükseltmek hem toparlanmak amacıyla karargâhta bir bayramlaşma töreni düzenlenmesini emretti.

4 Ağustos 1922 günü erken saatlerde, Enver Paşa’nın Âbıderyâ’daki karargâhında Kurban Bayramı namazı kılınmış, ardından mütevazı bir bayramlaşma merasimi başlamıştı. Enver Paşa, üzerindeki yerel kaftanı ve belinde kılıcıyla, etrafında kalan yaklaşık otuz kadar süvari ve fedaisiyle tek tek bayramlaşıyordu. Tam bu esnada, Sovyet Kızıl Ordusu’na bağlı süvari birlikleri aniden baskın düzenledi. Kurmaylarından birinin “Ruslar geliyor!” uyarısıyla Enver Paşa kılıcını kınından çıkarıp atına atladı. Yanındaki atlılara “Allah Allah!” nidalarıyla hücum emri verdi. Karargâhın yakınındaki Çegan Tepesi mevkiinde kıran kırana bir çarpışma başladı. Enver Paşa, her zaman yaptığı gibi en ön safta, elinde tabanca ve kılıç ileri atılmıştı. Mermiler vızıltıyla etrafından geçerken, bir zamanlar Osmanlı ordularını sevk eden bu paşa şimdi bir avuç atlıyla süngü hücumundaydı. Sovyet makineli tüfekleri ölüm saçıyordu. Çok geçmeden Enver’in atı vuruldu, fakat o yaya da olsa ilerlemeye çalıştı. Ne yazık ki uzak mesafeden gelen bir kurşun, onun göğsüne veya başına isabet etti (farklı kaynaklar farklı tarif eder). Enver Paşa, Çegan Tepesi’nin eteklerinde, daha 41 yaşına bile basmadan, askerlerinin gözleri önünde yere serildi. Son nefesini verirken belki de son düşüncesi, uğruna mücadele ettiği onca ideal ve geride bıraktığı vatan olmuştur. Böylece Osmanlı’nın son maceracı paşası, kılıç elde muharebe meydanında hayatını kaybetti.

Sovyet müfreze komutanı, büyük bir düşmanı alt etmenin verdiği gururla Enver Paşa’nın cansız bedenine yaklaştı. Üzerinden çıkan şahsi eşyaları –silahı, haritaları, mektupları ve belki cep saatini– toplayıp hatıra olarak aldı ve daha sonra bunları Taşkent’teki askeri müzeye gönderdi. Enver Paşa’nın naaşı ise Abıderyâ köyünde aynı gün kazılan mütevazı bir mezara defnedildi. Cenazesinde birkaç sadık adamından ve köy ahalisinden başka kimse yoktu. Osmanlı hanedan damadı, imparatorluğun eski Harbiye Nazırı Enver Paşa, yurdundan binlerce kilometre uzakta, Tanrı Dağları’nın eteklerinde kimsesiz bir diyarda toprağa verilmişti. Kaderin garip cilvesiyle, Enver’in ölüm haberi Türk topraklarına ulaştığında tarih 1922 Ağustos’unu gösteriyordu. Tam o günlerde Anadolu’daki Milli Mücadele ordusu Büyük Taarruz’a hazırlanıyor, Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Türk kuvvetleri işgalci Yunan ordusuna son darbeyi vurmaya koyuluyordu. Enver’in hayatını adadığı hürriyet ve vatan ideali, onun değil ama bir başkasının komutasında gerçeğe dönüşmek üzereydi.

Enver Paşa’nın naaşı, Abıderyâ köyünde 74 yıl boyunca toprak altında kaldı. Ta ki 1996 yılına gelinene dek… O yıl, Türkiye Cumhuriyeti’nin girişimiyle Enver Paşa’nın kemiklerinin vatanına getirilmesine karar verildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in özel girişimleriyle Enver Paşa’ya resmî itibarının iade edilmesi kararlaştırıldı. Ağustos 1996’da Türk ve Tacik yetkililer Abıderyâ’daki mezarı açıp Enver Paşa’nın naaşını çıkardılar. Cenaze özel bir uçakla İstanbul’a getirildi. Tarihin bir cilvesi olarak, İstanbul’da 74 yıl sonra Enver Paşa için tören yapıldı. Bir zamanlar vatan haini ilan edilip gıyabında idama mahkûm edilen Paşa, şimdi devlet töreniyle ebedi istirahatgâhına uğurlanıyordu. Naaşı, Osmanlı hürriyet şehitleri ve İttihatçı yoldaşlarının da bulunduğu Abide-i Hürriyet Tepesi’nde toprağa verildi. Bu gelişme Türkiye’de hararetli tartışmaları da beraberinde getirdi: Kimileri Enver Paşa’nın hatırasına sahip çıkılmasını, “geç kalmış bir vefa borcu” ve tarihine sahip çıkma örneği olarak alkışladı; kimileri ise onun ülkeye faydadan çok zarar getirdiğini öne sürüp “Mezarının getirilmesi hatadır” diye eleştirdi. Enver Paşa, öldükten on yıllar sonra bile, memleketinde insanları ikiye bölen, tartıştıran bir figür olmaya devam ediyordu.

Tarihsel Mirası ve Günümüzdeki Algısı

Enver Paşa, yaşadığı dönemde ve sonrasında hakkında en çok konuşulan, en çok tartışılan tarihi şahsiyetlerden biri olmuştur. Ömrü boyunca elde ettiği ün ve itibar, ölümünden sonra yerini uzun süre suçlamalara ve tartışmalara bıraktı. Mondros Mütarekesi sonrasında İtilaf yanlısı İstanbul basını ve yeni kurulmuş hükümetler, İttihat ve Terakkî’nin diğer liderleriyle birlikte Enver’i hedef alan sert bir kampanya başlattılar. Bu propagandada Enver, “boş hayaller uğruna ülkeyi felakete sürükleyen maceraperest” olarak resmedildi. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, yeni rejim kendini Osmanlı’nın çöküşünden sorumlu tuttuğu İttihatçılardan ve Enver Paşa’dan belirgin şekilde ayrıştırdı. Resmî tarih söyleminde, Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na “gereksiz yere” girmesinin, Sarıkamış faciası gibi feci kararların ve Ermeni tehciri gibi tartışmalı icraatların baş müsebbibi olarak Enver Paşa işaret edildi. Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet kadroları, savaş sonrasında Anadolu’da verdikleri mücadeleyi yüceltirken, Enver’in maceracı Orta Asya seferlerini sonuçsuz kalan şahsi hevesler olarak değerlendirdiler. Enver Paşa’nın adı Cumhuriyet’in ilk yıllarında resmi tarih kitaplarında pek anılmadı; anıldığında da olumsuzluklarla birlikte geçti. Bu dönemde Enver’i seven ya da onun adına konuşan pek kimse çıkmadığı için, kamuoyu algısı büyük ölçüde olumsuz yönde şekillendi.

Ne var ki tarihin hükmü hiçbir zaman tek taraflı kalmaz. Aradan yıllar geçtikçe, Enver Paşa’nın şahsiyeti ve icraatları üzerine farklı dönemlerde farklı değerlendirmeler ortaya çıktı. Zaman zaman onun anısını yücelten kitaplar, makaleler yayınlandı; zaman zaman da çok sert eleştiren eserler. Bu gelgitli yayınlar, Enver Paşa hakkında objektif bir yargıya varmayı güçleştiren en temel sebeplerden biri oldu. Özellikle 1950’lerden itibaren Türkiye’de ideolojik kamplaşmalar arttıkça, Enver Paşa’nın mirası da bu bölünmeden nasibini aldı. Bazı milliyetçi-muhafazakâr çevreler onu “son Osmanlı kahramanı, Turan şehidi” olarak idealize etmeye başladılar. Onların nazarında Enver, vatanı için canını vermiş, emperyalizme karşı Türk-İslam dünyasını birleştirmeye çalışmış bir yiğitti. Nitekim Enver’in Türkistan’da şehit düşmesi, destansı bir fedakârlık örneği olarak anlatıldı bu çevrelerde. Öte yandan daha seküler ve resmi tarih çizgisinde kalanlar ise Enver’i askeri dehası olmayan, hayalperest ve ihtiraslı bir subay olarak yaftaladılar. Bu görüşe göre, Enver’in yanlış hesapları yüzünden imparatorluk erken ve ağır şekilde savaşa girmiş, Sarıkamış’ta kırılmış, milyonlarca insan yerinden olmuştu. Böylelikle Enver Paşa, bir kesim için şanlı bir kahraman, diğer kesim için ise ibretlik bir ders haline geldi. Bu kutuplaşma, 1996 yılında naaşının Türkiye’ye getirilmesi sürecinde de net biçimde görüldü. Bir grup, “Enver Paşa’ya vefa borcumuzu ödüyoruz” diyerek bu olayı sahiplenirken, diğer grup “Enver’in bu vatana ne faydası dokundu ki mezarı buraya getiriliyor” diye eleştirdi.

Tarihçilerin bugünkü genel yaklaşımı, kişilere toptan yüceltme ya da mahkûm etme penceresinden değil, belgeler ve dengeli analizler ışığında bakmak yönündedir. Bu kapsamda Enver Paşa’nın güçlü ve zayıf yönleriyle, başarı ve hatalarıyla çok boyutlu bir portresi çizilmeye çalışılıyor. Şüphesiz Enver, imparatorluğun en buhranlı döneminde sahneye çıkmış, askeri ve siyasi dehası tartışmalı olsa da cesareti ve enerjisiyle sivrilmiş bir figürdü. 1908 Devrimi’nde halk kahramanı mertebesine erişmesi ve kitleleri peşinden sürüklemesi, onun karizmatik liderlik vasfının göstergesiydi. Makedonya dağlarındaki başarıları, Balkan Savaşı sonrası orduyu toparlama hamlesi, Edirne’nin geri alınışında oynadığı rol tartışmasız olumlu hanesine yazılır. Yine yakın çalışma arkadaşlarının ifadeleri, Enver’in zeki, çalışkan, birkaç dil bilen (Fransızca ve Almancayı akıcı konuşan) ve Batı literatürünü takip eden entelektüel bir kimliği olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin Gustave Le Bon gibi düşünürlerin eserlerini okuyor, kitle psikolojisi üzerine kafa yoruyordu. Yani popüler imajın aksine, Enver Paşa sadece silahşör bir asker değil, çağının fikir akımlarına ilgi duyan bir aydındı.

Diğer taraftan Enver Paşa’nın ciddi hataları da söz konusudur. Birinci Dünya Savaşı’na giriş meselesinde onun payı tartışmaların odak noktasıdır. Son yıllarda ortaya çıkan Alman ve Avusturya belgeleri de gösteriyor ki, Osmanlı’nın Alman ittifakına girmesinde ve özellikle Goeben ve Breslau gemilerinin Boğazlar’dan geçirilip Rusya’nın bombalanması emrinin verilmesinde asıl rol Enver’e aitti. İttihat ve Terakkî ileri heyetinin tümü Almanlarla anlaşma gerektiği fikrindeydi belki, ama savaşa fiilen girme konusunda en hevesli ve ısrarcı olan Enver’di. Onun Alman zaferine olan sarsılmaz inancı, ülkeyi dört yıl sürecek bir yıkıma sürükledi. Yine Sarıkamış faciası, Enver’in askeri alandaki hatalı kararlarının en çarpıcısıdır. Yakın arkadaşı ve kumandanları, Enver’in aşırı atılganlığının bu felakete yol açtığını açıkça belirtirler. Orduyu kış ortasında, hazırlıksız şekilde ölüme sürüklemesi, hayatı boyunca peşini bırakmayan bir gölge oldu. Savaş sırasında gerçekleşen Ermeni tehciri ve diğer toplu şiddet eylemleri konusunda da Enver Paşa’nın sorumluluğu tarihsel verilerle sabittir; her ne kadar kararlar müşterek alınmış olsa da, Enver’in bu süreçteki rolü lider konumunda olması hasebiyle eleştirilir.

Enver Paşa’nın maceracı yönü ise bir başka tartışma konusudur. Kimi yorumcular, onun savaştan sonra hâlâ durmayıp Orta Asya’ya dek uzanan serüvenini “akılsızca bir hayal peşinde koşmak” olarak niteler. Ancak modern tarihçiler, Enver’in bu hareketlerini değerlendirirken dönemin ruhunu da göz önüne almayı önerirler. 20. yüzyıl başı dünyası, pek çok “maceracı” figürün boy gösterdiği bir zaman dilimiydi. Sadece Enver değil, başka milletlerden nice cesur veya çılgın addedilen insanlar uzak coğrafyalarda devrimlere, mücadelelere atılmışlardı. Enver Paşa da çağının bu atmosferinde, inandığı ülküler uğruna riskler almış bir aktör olarak görülmelidir. Onun Orta Asya’daki faaliyeti, kimilerine göre emperyal hırsların devamı olsa da kimilerine göre Turan coğrafyasında bağımsızlık ateşini harlayan bir kıvılcımdı. Nitekim Sovyet kaynakları bile Enver Paşa’nın ölümünden sonra Orta Asya’daki Basmacı direnişinin bir süre daha devam ettiğini, ancak liderini kaybettikten sonra giderek sönümlendiğini kabul ederler.

Günümüzde, Enver Paşa’yı daha serinkanlı ve tarihi bağlamına oturtarak değerlendirme çabaları artmıştır. Onu bir “siyah-beyaz” ikilemine hapsetmek yerine hem devrinin şartları içinde anlamak hem de sonuçları açısından eleştirmek mümkündür. Türkiye’de resmi tarih kitapları artık Enver’i vatan haini olarak damgalamaz, fakat abartılı övgüler de yer almaz. Akademik çalışmalarda Enver Paşa üzerine ayrıntılı biyografiler kaleme alınmış (örneğin Şevket Süreyya Aydemir’in üç ciltlik eseri), kendi yazdığı mektuplar ve anılar yayınlanmış, böylece onun insani yönü de ortaya konmuştur. Bu kaynaklar Enver’i bir “mit” olmaktan çıkarıp insanileştirmektedir. Örneğin evine yazdığı özel mektuplarda bazen çocuksu sevinçleri, bazen derin üzüntüleri görülür. Berlin’de sürgünde iken eşine yazdığı bir mektupta “Milletim için çalışmaktan asla vazgeçmeyeceğim” dediği aktarılır; bu cümle onun samimi bir idealist mi yoksa inatçı bir hayalperest mi olduğunu okurun takdirine bırakır.

Sonuç olarak, Enver Paşa’nın tarihsel mirası karmaşık ve çok katmanlıdır. Kendi döneminde büyük tutkuların insanı olmuş; kimine göre zaferi getirecek bir “Yıldırım” iken kimine göre felaketi davet eden bir “İkbal düşkünü” idi. Ölümünden sonra ise adı farklı ideolojilerin mücadelesinde simgeleştirildi. Bir yüzyıl sonra bugünden baktığımızda ise Enver Paşa, ne sadece göklere çıkarılması gereken bir ulu kahraman ne de bütünüyle kötülenmesi gereken bir vatan haini olarak görülebilir. O, Osmanlı’nın çözülüş yıllarında hem parlak yıldızlı geceler yaşamış hem de karanlık fırtınalara kapılmış, hataları ve sevaplarıyla tarihe geçmiş bir figürdür. Enver Paşa’yı anlamak, Osmanlı’nın son yıllarındaki umutları, korkuları, zafer hayallerini ve hüzünlü çöküşünü anlamaktır. İstanbul’dan Orta Asya steplerine uzanan öyküsü, bir imparatorluğun bitişine ve yeni ulusların doğuş sancılarına tanıklık eder. Enver Paşa, arkasında bıraktığı tartışmalar ne olursa olsun, bugün hâlâ romanlara, tarihlere konu olmayı sürdüren, dönemin ruhunu yansıtan çarpıcı bir tarihsel portredir. Gelecek kuşaklar muhtemelen onun hakkında yeni sorular sormaya, yeni cevaplar aramaya devam edecektir. Çünkü Enver Paşa’nın hayatı, tam da istenildiği gibi bir “roman gibi” öyküdür – ihtilaller, savaşlar, sürgünler ve destansı bir finalle örülü, gerçek bir hayat romanı…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir